DOLAR 32,4643
EURO 34,8355
ALTIN 2447,056
BIST 9878,13
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Bir dönüşümün anatomisi: Viyana çıkarması…

Şampiyon kimdir? Viyana’nın yolu ve yurtdışı kariyer imkânı kendisine nasıl açılmıştır diye düşünüyorsanız bir önceki yazımı okuyarak işe başlayabilirsiniz:

https://www.ekonomidoktorunuz.com/egitim-haberleri/yurtdisinda-kariyere-merhaba-hos-geldin-20210625/

Eğer ilk yazımı okuduysanız ve merakla ikincisinin yolunu gözlediyseniz kariyerine Viyana’da devam edecek olan şampiyonumuzun macerasını ilk olarak havalimanına oradan da kalacağı otele doğru yola çıkışıyla anlatmaya başlıyorum. Hilton Vienna Stadtpark tam olarak ismiyle müsemma, konforu tescilli bir şehir oteliydi. Yeşillikler içindeki Stadtpark’ın (şehir parkı) tam karşısındaki konumuyla keyifli bir manzaraya hâkimdi. Şampiyonumuz otele yerleşir yerleşmez hemen şehrin merkezindeki yürüyüş caddesi olan, bir nevi İstanbul’un Beyoğlu’su gibi düşünülebilecek Kärtner Strasse’nin yolunu tuttu. Bu cadde sağlı solu tarihçesi olan dükkanlar, kafe-restoran, otel ve müzelerin sürükleyici atmosferini, caddenin girişinde yükselen Opera Binası ile taçlandırıyor, şehrin mihrak noktası olarak nitelendiriliyordu. Şampiyonumuz, adını sıklıkla duyduğu Viyana’nın “Tafelspitz”in (baharatlarla lezzetlendirilmiş haşlanmış et ve sebzenin içine erişte katılarak yenen, bakır kaplarda servis edilen bir yerel yemek) mekânı Plachutta ya da Viyana Şnitzeli (dışı çıtır çıtır kızartılmış, içi yumuşacık yastık kıvamında büyük boy tavuklara kendine özel sosu ile eşlik eden patates salatasının servis edildiği diğer bir yerel yemek) ile meşhur “Figlmüller” gibi ilk tavsiye edilen mekanlardan birini seçmedi. Bu caddenin merkezindeki THY’nin de yemek servisini üstlenen Atilla Doğudan’ın oteli olan Do&Co’yu tercih etti. Do&Co, Viyana’nın boğaz manzarası olarak adlandırılabilecek Stephan Katedrali’nin görkemli binasına bakıyordu. Otelin “roof” yani çatı katı Osmanlı motifleri ile dekore edilmiş, özel lezzetleri barındıran ve aynı zamanda elma çayını siyah döküm çaydanlıklarda içebileceğiniz otantik bir ortam sunuyordu. Şampiyonumuz dört bir tarafı cam olan bu restoran-bar bölümünden Viyana’yı seyrederken, kendisini bekleyen maceralardan habersiz içi heyecan dolu bu güzel şehrin tadını çıkarıyordu. “Oh be” dedi “Hayat bu”, kaliteli yaşamanın tadı böyle çıkarılsa gerek…

Bir sonraki gün ilk iş günüydü, iş arkadaşlarıyla tanışacaktı. Ertesi gün otelinden metroyla şirketin Orta Doğu Avrupa Merkezi olarak adlandırılan ana kampüsüne geldi. Büyük bir camdan akordeon gibi görünen bu görkemli bina, nam-ı diğer “camdan saray”ın kapısından içeri girdi. İçinde kendine özel banka şubesi, kafeteryası, marketi, kuru temizleyicisi ve üç çeşit restoranıyla bu bina şirketin 19 ülkesinin merkezi olmayı hak ediyordu gerçekten. Ofisler son derece şık, modern ve en son teknolojinin nimetlerinden faydalanılarak tasarlanmış, “LEED Gold” yani bina ve iç mekanların çevre dostu ve sürdürülebilirlik kriterlerine göre tasarlandığını, inşa edildiğini veya işletildiğini belgelendiren sertifikasını alabilecek nitelikte inşa edilmişti. Çalışacağı bölümün binası cam sarayın arka tarafına düşüyordu. Bölümden içeri girdiğinde, daha önce de tanıştığı ve kendisiyle bir partner gibi çalışacağına inandığı, strateji bölümünün başındaki Avusturyalı adam ve ona bağlı çalışan kadın onu karşıladılar. Kendisine tahsis edilen odanın ve partneri olarak çalışan adamın odasının tam ortasındaki alanın çalışanlar için açık bir ofis olarak düşünüldüğü görülebiliyordu. Bölümde bu iki kişinin dışında bir başka kadın daha çalışıyordu. Bu kadın gözlerindeki içten ifadeyle şampiyonumuza dostça yaklaşmış ancak bilinmeyen bir nedenden huzursuz ve keyifsiz bir frekans yayıyordu. Şampiyonumuz kendisiyle bir iş birliği içinde çalışacağını düşündüğü, stratejinin yöneticisi (hadi ona Johan diyelim) ve ona bağlı çalışan sağ kolunun (ona da Helga diyelim) tavırlarında bir soğukluk, üstü kapalı bir samimiyetsizlik sezdi. Şampiyonun bu ikili hakkında intibaı ilk tanıştıkları andan itibaren hiç değişmedi. Hani derler ya “ilk intiba her şeydir”. Gerçi bir de “bir kitabın kapağına bakarak içeriği hakkında ön yargılı olmayın” derler. Neyse, şampiyonumuz bu ikiliyle zorlu tecrübeler yaşayacağını ilk andan itibaren algılamış, haklarındaki kanaatinin onlarla olan teması süresince hiç değişmeyeceğini hissetmişti. Adam açık kumral, kadın sarışın, ikisi de uzun boylu, yapılı, sağlam tiplerdi. Hem kendisi hem de iş ortağı olan bu adam birer ekip yönetiyor, 9 ülkeden sorumlu olarak aynı yöneticiye raporluyorlardı. Şampiyonumuz iş ortağı olacağını düşündüğü Johan’ın aslında kendisinin gelişi ile ve aynı yöneticiye raporlayacaklarını öğrenmesi ile egosunun zedelenmiş olduğunu bilemedi. Johan tam tersi “kendisine rakip olarak” konumlandırılmış, daha sonra öğreneceği üzere strateji ve iş geliştirme ikiye bölünmüş ve adamın yarı işi şampiyonumuza devredilmişti. Doğal olarak baştan şampiyonumuzu kendine tehdit olarak gören sözde iş ortağı, koşulların da bu şekilde oluşturulması ile içten içe ona bilenmişti. Elbette kendi çalışanını, yani sağ kolu olan Avusturyalı kadını, Helga’yı da şampiyonumuza blokaj olarak konumlamıştı. Şampiyonumuz bunlardan bihaber, yaratacağı yeni projelerin ve ilerleteceği süreçlerin, tanıyacağı yeni kültür ve ülkelerin heyecanıyla dopdoluydu. Departmanındaki diğer kadın, derin mavi gözleri, belirgin hatları ve zarif duruşuyla “Lady Diana”yı yani eski Galler Prensesini anımsatıyordu. Ancak gözlerinin feri kaçmış, huzursuzluğu ve gerginliği neye bağlı tam anlaşılmıyordu. Şampiyonumuz yine de bu kadına güvenebileceğinin farkındaydı. Diğer bir iş ortağı ise şirkette nadir bulunan kadın yöneticilerden biri olan üst düzey iş geliştirme yöneticisiydi. Hayat enerjisi yüksek, ışıl ışıl mavi gözleri, platin sarı saçlarıyla bu kadın da “Reese Witherspoon” havalıydı. Gözünüzde canlansın diye karakterleri film geçidi gibi anlatıyorum yoksa kast ajansı olmaya niyetim yok sevgili dostlar ?

Şampiyonun kendi bölümündeki tüm yönetim kadrosu erkeklerden müteşekkildi. Yanlış okumadınız, evet, evet…Avrupa’da ve dolayısıyla Avusturya’da da kadın hakları çok kuvvetli olduğu için, kadın doğumdan sonra bir sene müddetle işe dönmeyebiliyor, işe döndüğünde de kendisine ya eski görevi iade ediliyor ya da yeni bir görev teslim ediliyordu. Şampiyonumuz bir diğer kadın yöneticinin doğum iznine ayrılmasıyla yönetim kadrosunda tek kadın ve yabancı kültürden gelen tek örnek olarak konumlanıyordu. Diğer departmanlarda da kadınlara denk gelmek pek kabil değildi. Kadınlar daha ziyade insan kaynakları, iletişim veya destek fonksiyonlarında görev alıyorlardı. Bu kadar kuvvetli haklar varken kadınlar katı rekabet koşullarının olduğu saha ve satış kademelerinde çalışmaya çok da gönüllü olmuyorlardı. Olanlar da nadirdi, belki de camdan tavana onlar da toslayıp vazgeçiyorlardı. Kim bilir?

Şampiyonumuz ilk günden itibaren Diana ile güzel bir iletişim kurabilmiş, yavaş yavaş gerginliğin sebebinin bölümde kendisine rakip olarak konumlandırılan iş ortağı Johan ve sağ kolu olan Helga olduğunu anlamıştı. Diana’yı bölüme geldiği ilk günden itibaren yıldırmaya çalışmışlar, destek olmamışlar ve demotive etmişlerdi. Kadın bir ay sonra yurtdışında “sabbatical” olarak adlandırılan uzun süreli izne çıkacak, geniş bir Afrika turu için 4,5 ay şirketten uzak olacaktı. Ciddi ciddi gün sayıyor, gerçekten takviminde her güne çarpı koyarak son 30 gününün geri sayımını masasının karşısında asılı tutuyordu.

İş ortağı olarak adlandırılabilecek güvenilir dediği diğer kadın arkadaşı (hadi ona da Reese diyelim) ise şampiyonumuza şehri dolaştırmaya başlamış, birlikte kendisinin yaşayabileceği evleri araştırıyorlardı. Viyana hem mimarisi hem de kültürel zenginlikleri ile hayat kalitesi çok yüksek bir şehirdi. Şehir gündüz ayrı güzel gece ayrı görkemliydi. Şampiyonumuz ilk haftasının keşif heyecanı ve motivasyonu ile farklı mekanlarda Viyana’nın lezzetlerinin tadına bakıyor, şehri ve kültürünü tanımaya çalışıyordu. Avusturya’da oturma ve çalışma izinleri ile ilgili çıkan yeni kanunlar nedeniyle kendi izinlerinin çıkması zaman alacak gibi görünüyordu.

Bir taraftan da kendi yöneticisinin, yani raporladığı kişinin izinde olması sebebiyle çoğunlukla yöneticinin asistanıyla muhatap olmak durumunda kalıyor, bu asistanın da yaklaşım ve davranış biçiminin pek de dostça olmadığına, hatta yer yer epey mütecaviz bir tonda, sanki kendisi yöneticiymişçesine kraldan çok kralcı olduğuna şahit oluyordu. Kendi yöneticisinin bu kadına bu derece gücünü teslim etmiş olmasına, kadının kendisine hak gördüğü davranış biçimlerine şampiyonumuz şaşırıp kalıyordu. Daha önce de bir sürü üst yönetim asistanı ile görevleri icabı muhatap olmuş ancak bu kadının tavrına benzer bir davranış biçimine maruz kalmamış, cüretine hayretler içinde kalıyordu. Yavaş yavaş bölümündeki diğer yöneticilerle de tanışmaya başlamış ve aralarından bir iki kişinin kendisine daha dost ve yakın olduğunu görmüştü.

Özellikle eşi yabancı ve kendisi de yurtdışında sürekli yer değiştirerek yaşamış olan bir diğer deneyimli iş birimi yöneticisi ile yıldızları oldukça barışmıştı. Şükür böyle insanlarla da karşılaşıyordu. Ona da hadi “dünya insanı” diyelim, bu adamın son derece babacan hatları, kırmızı yanakları, başının iki yanını saran kahverengi kıvırcık hafif aklaşan saçları, sağlam vücut hatları ve gözlerinde senelerin tecrübesini yansıtan bilgece ama bir o kadar da canlı bakışları vardı. Kendisini iyi anlayacak diğer bir kişinin de o olacağı şimdiden aşikardı. Şampiyon Viyana’ya sular seller gibi “yüksek Almanca” bilerek gitmesine rağmen, toplantılarda tam olarak anlayamadığı bir diyalekt (aksan) konuşuluyordu. Diğer yöneticilerin büyük bir kısmı İngilizceye çok hâkim değillerdi, kendilerini idare edecek kadar konuşuyorlardı. Şampiyonumuz bazı kelimeleri anlayamasa da kimsenin İngilizce konuşmaya, ya da koyu Viyana aksanını bırakıp anlaşılır şekilde konuşmaya niyeti yoktu. İlk 3-4 ay gerçekten “dudak okuyarak” kelimeleri, kalıpları ve İngilizceye dönülecek olsa egosal olarak buna yanaşmayacak yönetici arkadaşlarının aksanını çözümlemeye çalışarak insan üstü bir gayret sarf etti. Bir yönetim toplantısından sonra konuşulanların ancak %70’ini anlayabildiği için dünya insanı olan dost yöneticiye (hadi ona da Andy diyelim) çat kapı uğrayıp “Ya bana şu toplantıda neler oldu neler bitti anlatsana, konuların %30’unu kaçırdım anlayamadım” dedi ve ondan yardım istedi. Dünya insanı Andy tatlı tatlı tebessüm ettikten sonra “Şampiyon ben toplantının beni ilgilendiren %20’sini dinledim geri kalanını vallahi ben de takip etmedim” diyerek kendi durumunu özetledi. İşte şampiyonumuz bu ülkede var olmak, bu işi başarıyla yürütmek, ileriye taşımak ve fark yaratmak için kendini ne kadar baskı altına aldığını o an fark etti. Ona her koşulda çalışması, başarması ve koşullar ne kadar zor olursa olsun mücadele etmesi öğretilmişti. Ha bir de tabi mükemmeliyetçi bir biçimde yetiştirilmişti. Genlerinde vardı, aileden de öyle görmüştü. Dolayısıyla kendisinden beklentisi de oldukça yüksekti. Halbuki içinde bulunduğu koşullar zaten epey zorlayıcıydı. Bir de üzerine kendisinden beklenilenin fazlasını yapma motivasyonu eklenince stres kat sayısı da artıyordu yad ellerde. Derken akşam saatlerinde meşhur Sacher Oteli’nin kafesinde Viyana’nın eşsiz kahvelerinden birini yudumlayarak, yine yerel bir lezzet olan çikolatası yoğun bademli “Sachertorte”sini yerken, yaşadıklarını, gördüklerini şöyle bir içinden geçirdi. Bir sonraki ay Türkiye’ye gidecek, uzaktan çalışıp sonra tekrar Viyana’ya dönecekti. Tatlının ardından tatlı tatlı şehrin merkezî yürüyüş caddesinde dolaşırken birden Sacher Kafe’deki bir enstantane geldi gözünün önüne… Bu kafede Viyana‘da çalışmak için nasıl bir maaşa ihtiyacı olacağını kalem kalem yazmış, hesaplamış ve pazarlığa oturmak üzere hazır hale getirmişti. Tam maaş rakamını ve burada yaşayacağı hayatın maliyetini hesaplıyordu ki arka masada İstanbul’dan gelen iki üç yerli turistin Türkçe konuşmaları kulağına çalındı. Mayıs’ta gerçekleşmiş olan görüşmeler esnasında yine bu yürüyüş yolu üzerinde güzel mekanlara ev sahipliği yapan “Wollzeile”i turlamış Viyana’nın yazının kışına göre ne kadar farklı olduğunu düşünmeden edememişti. Her taraf turist kaynıyordu, Viyana’nın yerlileri kendi tatil beldelerine akın etmiş, şehir neredeyse turistlere kalmıştı. Şampiyonumuz bu düşünceler zihninde kendi şehrin merkezinde dolaşırken şirket telefonu zangır zangır çalmaya başladı. Bir baktı ki arayan aslında kendisine rakip olarak konumlandırılan iş ortağı Johan’dı, saat gece 21:45’de ne istiyordu ki? Avusturyalılar hafta arası geceyi erken sonlandırıp bu saatlerde evlerine çekilmiş oluyorlardı. Acaba hangi acil konu çıkmıştı? Kalbi hızlı çarparak telefonuna uzandı. Dahası mı haftaya bekliyorum…

 

 

ETİKETLER: , ,

YORUMLAR