Koronavirüs ve Karanşebeş Savaşı
1788 yılının serin bir Eylül akşamıydı.
100.000 askerden oluşan Avusturya ordusu savaştan bir gece önce Karanşebeş adlı bir kasabanın yakınlarında kamp kurdu. Timiş Nehri’nin öte tarafında Türklerin bulunduğuna inanıyorlardı. Bunu anlamak için Hussar adı verilen hafif süvari bilrliklerini nehrin karşı kıyısına gönderdiler.
Süvariler Türkleri bulamadılarsa da dönüş yolunda Macar çingenelerle karşılaştılar ve onlardan bir kaç varil schnapps adında bir tür akollü likör satin aldılar. Bu lezzetli ve içlerini ısıtan içkinin tadına bakmak ve üstelik bu keyfe para vermeden ortak olmak isteyen başka bir Avusturya piyade birliği ile süvariler arasında, doğaldır tartışma başladı. İtiş kakış çok kısa sürede karanlığın ve alkolün de etkisi ile silahlı çatışmaya dönüştü, askerler havaya, karanlığa, birbirlerine silah sıkıyorlardı. Üstelik hala nehrin Türklerin bulunduğu sanılan tarafındalardı ve gerçekten de Karanşebeş’te Avusturya kampında bulunan öte taraftaki diğer askerler olan biteni anlamaya çalışarak uzaktan sessizce izliyorlardı. Rahatsız olmuş, korkmuş ve endişelenmişlerdi.
İşte tam bu sırada içlerinden biri, belki de kavgayı durdurabilmek adına, “Türkler geliyor” diye bağırdı.
Herkes Türklerin kampa baskın yapmaya geldiğine hızla inandı. Avusturyalılar bütün gece boyunca karanlıkta Türkleri öldürdüklerini sanarak Avusturyalıları vurdu. Karanlıkta kıpırdayan herşeye ateş açıyorlardı. Kaos sabaha karşı Avusturya ordusunun dağılarak kampı terk etmesiyle son buldu.
İşin aslı şuydu ki o gece kilometrelerce uzakta olan Osmanlı Ordusu iki gün sonra Karanşebeş’e vardığında yaklaşık 10.000 Avusturya askerinin cansız bedeni ile karşılaştı. Avusturya ordusu kendi kendine muhteşem bir yenilgi hazırlamıştı. Üstelik yenilmek için bir düşmana bile ihtiyaç duymamıştı.
Korku, panik, kaos ve belirsizlik Avusturya ordusunu darmadağın etmiş, kendi kendini yok etmesine neden olmuştu.
En büyük zayıflığımız kendi kendimizdir aslında. Yaşam kendi içinde sonsuz olasılıkları ile birlikte gelir ama bizi ilerleten şey yeniden düzen kurabilme yeteneğimizdir kanımca.
Gün gelir mikron seviyesinde bir yarı-canlı* milyarlarca insanın binlerce yıllık düzenini alt üst eder ve insan – ama sadece insan, yeniden ve farklı bir düzeni kurabilmek için yine uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkabilir. Koronavirüs kuşkusuz insan dünyası için farklı ve güçlü bir tehdittir.
Ancak yeni dünyayı inşa edecek olan korkularımız, endişelerimiz veya belirsizlik içinde kendimizi kapattığımız sıcak ve güvenli evlerimizde kurduğumuz minimal ve pasif yaşam modellerimiz değildir.
Bunlar olsa olsa yeni yolculuğumuzun başlangıç noktasıdır. Tıpkı kaostan doğan düzen gibi biz de korkularımızdan ve evlerimize sığdırdığımız pasifize yaşamlarımızdan sıyırılıp korkumuzun içindeki cesareti, bireyi bireyde hapseden zihniyetin kökündeki dinamizmi, yani insanın içindeki kolektif ve dayanışmacı özü ortaya çıkarabiliriz.
…çünkü insan, açıkça, bir tür olarak varlığını kolektif başlatma yetisine borçludur.
Ve bunu evlerimize kapanarak, sanal görüntülerin arkasından gelen teneke tonlu seslenişlerimizle yapamayız.
Evet şu anda ve bir süre daha, ayrı ve izole yaşamamız, evde kalmamız gerektiği doğrudur ve böyle de olacaktır ama nihayetinde dokunmamız gerekir karşımızdakine, gülümsememizin enerjisini aktarmamız, güven telkin etmemiz, gözümüzdeki ışığa şahit olmasını sağlamamız gerekir.
İnsan tek ve ayrı kalamaz. Uzaktan sevemez. Milyon renkli ekrana sarılamaz. İnsan insanla çoğalır. Fazlası haline gelir. Dünkü insandan fazlası, yarınkinden azı.
Muhtemelen gelecek yüzyılın saygın tarihçileri, dijital çağın başlangıcı olarak tam da içinde yaşadığımız bu günleri işaret edecek ve yaygın bir kabul olarak Modern Çağ’ın bittiği ve Dijital Çağ’ın başladığı tarihi, akıllı telefonların piyasaya sürüldüğü günleri değil, Koronavirüs’ün bir pandemi olarak, ulus devletlerin güçlü ve gururlu devlet başkanlarının yüzlerce kameranın önünde ardı ardına, tıpkı Avusturya ordusunun kendi teslimiyetini kendi kendine kabul ettiği gibi ruhsuz ve naçar ifadelerle tüm dünyanın insanlarına veya insan dünyasına ilan ettiği günlere konumlandıracaklar.
Canlılığın en üstün tezahürü olan insan yarı-canlı’ya çaresizce teslim olmuş, bu da insanı başka türlü bir düzen kurmaya mecbur bırakmıştı.
Çağ değişikliği dediğimiz başka ne olabilirdi ki zaten?