DOLAR 32,3644
EURO 35,0382
ALTIN 2324,505
BIST 9079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul °C

Ali Emiri’nin değerlisi

27.05.2020
A+
A-

Meşrutiyetin ilk yıllarında, bir güz sabahının tazeliğinde, günün ilk ışıkları boğazın gümüş sularından çoğu iki katlı, tertemiz boyalı, cumbalı evlerin duvarlarına yansıyor, sokakları büyülü bir aydınlık kaplıyordu.

Yaşlı imparatorluğun hep siyasi kalacak başkentinde, İstanbul’da, gizemli bir kadın elinde sıkı sıkı tuttuğu el yazması bir kitap olduğu halde Kapalıçarşı’nın Fesçiler Kapısı ile Beyazıt Camii arasında kalan Sahaflar Çarşısı’na doğru yola çıkmıştı.

Az da olsa eskimiş ama hala zamanın modasına uygun iki parçaya bölünmüş ütülü çarşafı, koyu renk ipek eldivenleri, şapkaya benzetilmiş türbanı ve belirgin olarak yandan ayrılmış saçları ile eski Maliye Nazırlarından Nazif Paşa’nın hısımı bulunan bu zarif kadın, beyaz teni ve pürüzsüz bebeksi yüzü ile dört beş adımda bir arkasına bakıyor, kimsenin kendini takip etmediğinden emin olduktan sonra hızlı hızlı soluyarak yoluna devam ediyordu. Kadın, gergef işlemekten yorulmuş parmakları arasında tuttuğu kitabın gizemli gücü hakkında bilgi sahibi olmasa da, son dönemde ailesinin içine düştüğü maddi sıkıntılara son verecek kadar nadir ve değerli bir parça olduğunu anlamış ve şimdi ihtiyaç duyduğu şeye, yani paraya doğru gergin ve ürkek adımlarla Sahaflar Çarşısı’na çıkan arka sokaklarda koşarcasına ilerliyordu.

Heyecanı, zaten büyük olan siyah göz bebeklerini daha da büyütmüş, yüzünde utangaç ve masum bir ifadeye sebep olmuştu. Kadınsı bir içgüdü ile önünde durduğu ilk sahaf, yılların ustası Bürhan efendi oldu. Dükkandan içeri girmesiyle birlikte konuşmaya başladı. Kadının bir zamanlar, belki de hala, Osmanlı aristokrasisinin üyesi bir ailede yetiştiği yalın ve aksansız Türkçe’sinden hemen belli oluyordu. Bürhan efendi kadının göz bebeklerine uzun uzun baktı. Yardım isteyen vücut dilinden, ses tonundan, hatasız kullandığı Türkçe’sinden ve belki de o kocaman siyah gözlerinden etkilenmişti. Bürhan efendinin kendini toplaması çok sürmedi ve kadının heyecandan titremesine engel olamadığı o zarif ellerinden bakımsız ve iri kemikli kendi ellerine geçirdiği kitabı, gerçek değerini anlayabilmek için uzun süre sessizce inceledi. Hiç bir şey anlamamıştı. Tam olarak hesap edemedi. Sayfaları dağınık haldeki bu el yazmasını olduğu gibi Marif Nezaretine götürmek ve kadının istediği otuz sarı liranın üzerine kendi kazancı olacak üç lirayı da koyarak mütevazi bir değer belirleyip devlete teslim etmek, daha doğrusu satmak, iyi bir fikirdi.

Bürhan efendi, kocaman buğulu gözlerini üzerine dikmiş kendine merakla bakan bu naif hanımefendiye planını anlattı. Her şeyin düşündüğü gibi gitmesi durumunda, bir hafta sonra gelip istediği parayı alabileceğinden, ama kitabı satamaz ise belki bir süre daha dükkanda alıcısını beklemesi gerekebileceğinden dem vurdu. Kadın çaresizce ama ümitle Bürhan efendinin yanından ayrılarak geldiği yollardan geriye, yine telaşla ama bu kez emin adımlarla evine, belki de gergefinde yarım bıraktığı nakışlarına doğru yola koyuldu. Şu yokluk günlerinde, nakışlarla işlediği başörtülerini, mendilleri, çeyizlikleri üç beş meraklı tanıdığa, emeğinin kaşılığı olmasa da düşük bir bedelle satıyor, ailenin günlük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Ve umudun adı artık ‘gergef’ değil ‘Bürhan efendi’ idi.

Ne var ki bakanlık Bürhan efendinin istediği 33 sarı lirayı çok görüp satın almayınca, yılların tecrübeli sahafı kitabı olduğu gibi geri getirdi ve dışarıdan kolaylıkla görülebilen vitrininin en ön kısmına özenle yeleştirdi. Belli ki kitap yüzlerce yıldır beklemekteydi, bir hafta daha beklemesinde sakınca yoktu.

Sonraki bir kaç gün, vitrinin önünden geçen yüzlerce göz her haliyle değeri belli olan bu elyazmasını uzaktan, ürkek ve hatta utangaç bakışlarla süzdü. İçlerinden pek azı kapıdan içeri girip kitap hakkında bir kaç soru sormaya cesaret etse de fiyatını öğrendiklerinde kitaba daha fazla yaklaşmayı denemedi.

Osmanlı aristokrasisinin bebek yüzlü hanımefendisi, bir hafta sonra, gergefinin başından kalkararak Bürhan efendiye doğru tekrar yola koyulmadan sadece bir kaç saat önce, alışkanlığı olduğu üzere Sahaflardan geçerek eve dönen Ali Emiri, kitabı olduğu yerde gördü. On beş dakika sonra, Ali Emiri elinde değersiz kağıtlara hızlıca sarılmış bu gizemli el yazması olduğu halde, eve doğru koşuyordu. Kitabın gizemi herkese göre değişen değerinden belliydi; bakanlığa göre para vermeye değmez, hanımefendi için otuz sarı lira, sahaf Bürhan efendiye göre fazladan üç lira… Ali Emiri ise kitabın değerini şöyle ifade etmişti: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum… Bu kitabı, sahaf Bürhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığındaki elmaslara, zümrütlere değişmem.”

Halep defterdarlığı, Yemen maliye müfettişliği gibi önemli görevlerde bulunmuş Ali Emiri emekli olduktan sonra, II.Meşrutiyetin ilanının hemen ardından, İstabul’a yerleşmiş dönemin önde gelen aydınlarından biriydi. Sadece aydın mı, her biri kelli felli, işinin erbabı, konusunun ustası genç yaşlı öğrencilerinden oluşan bir de dinleyici topluluğunu olan, antik çağın sufistlerini çağrıştıran bilge bir filozoftu aynı zamanda. Açık ve geniş alnı, bembeyaz sakalları ve oldukça heybetli ama aşağı bakan ince uzun ve sivri burnu ile sessiz sedasız bilgece tavrından olsa gerek Ali Emiri daha baştan etrafındaki insanları etkilemeyi kolaylıkla başaran karizmatik bir araştırmacı, şair ve yazardı. Hayatı boyunca gittiği her yerde kitap toplayan Ali Emiri, kitaplara olan ilgisini emekliliğinden sonra iyiden iyiye artırmış, toplamış olduğu paha biçilmez değerde, çoğu nadir bulunan hatta tek nüsha kitaplardan oluşan yaklaşık 16.000 cilt eseri, Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesi’nde kendi kurduğu Millet Kütüphanesi’ne bağışlamıştı. Binlerce kitabın yapamadığını işte bu tek kitap yapacak ve ölümüne dek kendi kurduğu kütüphanenin yöneticiliğini yapan Ali Emiri’yi bugün dahi hatırlamamıza, Fatih’te İskenderpaşa mahallesinde kütüphanesinin bulunduğu sokağa Ali Emiri adının verilmesine neden olacaktı. Malesef Cumhuriyetimizin kuruluşunu göremeden 23 Ocak 1923’te kısa süren hastalığı sonucu soğuk bir İstanbul günü vefat etti.

Başarı bazen hiç bilmediğimiz yollardan karşımıza çıka gelir.

Paranın ve zenginliğin değil, bilginin ve gerçek değerin peşinde koşmayı tercih eden Ali Emiri tarihe adını belki de başka kimseye kısmet olmayacak işte böylesine bir tesadüfle yazdırdı.

Tesadüfün payı elbette vardı ama Ali Emiri o güne dek doğru bildiği yolda koşmamış olsaydı, onu kendi yolculuğunda zirveye uçuran bu olağanüstü el yazması kitabın gerçekte ne olduğunun farkına bile varmayacaktı. Tıpkı aristokrasinin eski üyesi bebek yüzlü kadın ve yılların usta sahafı Bürhan efendi gibi.

Ali Emiri’nin eline geçen bu kitap, Osmanlı ulemasının asırlardır peşinden koştuğu efsanevi Divanü Lugati’t Türk’ün bugün bile dünyada tek olan orjinal el yazmasından başkası değildi.

Ali Emiri pek çok kaynakta adı geçen ama o ana dek hiç bir yerde bulunamayan 900 yıldan daha yaşlı bu el yazması biricik sözlüğü hemen tanıdı. Rivayet odur ki dönemin ünlü simalarından Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü, Ali Emiri’nin Divanü Lugati’t Türk’ü bulduğunu duymuşlar, görmek için ricacı olmuşlarsa da Ali Emiri kitaba bir zarar geleceği endişesi ile taleplerin tümünü reddetmiştir.

Türk dilini Araplara öğretmek amacıyla 11. yy’da Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılarak dönemin Karahanlı Sultanı Ebul Kasım Abdullah’a sunulan Divanü Lugati’t Türk, içerdiği 7.500 Türkçe kelimenin Arapça karşılığı ile Türkçe’nin ilk sözlüğü ve dil bilgisi kitabıdır. Ama Divanü Lugati’t Türk sadece bir sözlük olmakla kalmaz; halk dilinden derlenen manzumeler, atasözleri ve benzeri metinlerle 2.000 yıl öncesinin Türk boyları, yaşam alanları ve coğrafyası ile zamanın örf ve gelenekleri üzerine önemli bilgiler veren eşi bulunmaz bir kültürel hazinedir. Divanü Lugati’t Türk’ün değeri bize ulaştırdığı bu sözcüklerle birlikte, sözcükleri açıklarken örnek olarak kullandığı manzumeler (dize sayısı 764’tür) ve atasözleri (289 tane) ile katlanmaktadır. Kaşgarlı Mahmut o denli özenle ve büyük bir ülkü ile çalışmıştır ki el yazması bu sözlüğe dönemin ileri gelen Türk boylarının yaşadıkları coğrafyanın detaylı bir haritasını dahi eklemeyi unutmamıştır.

Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılması için verilen olağanüstü emekten ve özveriden tutun da, bizleri aydınlatabilmek için günümüze kadar sabırla ve sessizce ama mağrur ve mütevazi, 900 yıllık bekleyişine kadar, onlarca farklı insanın kaderini içinde barındıran Divanü Lugati’t Türk’ün hikayesi, kelime anlamı ile başından sonuna, bir “başarı” hikayesidir.

Sinan Pekşen

 


YORUMLAR

Solve : *
39 ⁄ 13 =


Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.